TÜRKÜLERİN HİKÂYELERİ...


YEMEN TÜRKÜSÜ (MUŞ TÜRKÜSÜ) VE HİKAYESİ

  
AŞAĞIDAKİ LİNK’ İ TIKLAYARAK VİDEOYU İZLEYEBİLİRSİNİZ
 BU TÜRKÜNÜN ASLI; MUŞ TÜRKÜSÜDÜR.
   Bu türkü; bazı kaynaklarda Muş yerine Yemen’ de HUŞ ismi ile anılan bir bölgeye maledilmektedir.  Aşağıda verilen bilgileri okuduğumuzda Muş ilimizden Yemene giden askerler için söylenmiş bir ağıt olduğu anlaşılmaktadır.
            Tarihi bilinmez. Aslında bilinir de herkes kendine göre değişik bir tarih söyler. Ama biz olayın gerçek yüzünü olayı yaşayan ve anlatanların diliyle türküye dönüştürüldüğü biçimiyle anlatalım. Anlatanlara göre o tarihte Osmanlı Yemen çöllerinde zorlu bir savaşa tutulmuştur. Divanlar kurulur, savaş ve şartları haftalar boyu tartışılır durulur. Sonunda çözümün Yemen ellerine vilayetlerden birinde oluşturulacak bir alayla gidilmesinin mümkün olduğuna karar verilir.
Düşünülür ki; bir tek vilayetten birlik oluşunca bunlar hep akraba ve hısım olacakları için birbirlerine bağlılığı ve dayanışmaları ile savaş alanından kaçmaları söz konusu olmaz.
            Haberler salınır. Osmanlının dört bir yanından uzun beklemelere karşın istekli çıkmaz bu oluşuma. Aslında istek olmasına olur da Osmanlının istediği gibi olmaz. Değişik vilayetlerden çıkan bu gönüllü sayısı da yeterli olmaz.
            Bu sırada Muş’tan Bulanık, Malazgirt ve Varto’dan bir ses yükselir Osmanlıya; “hepimiz varız, gönüllüyüz yemen çöllerine gitmeye”
            Osmanlıya haber iletilir. Yetkililer bakar sayı yeterli, karar verilir ve Yemen çöllerine Muş’tan oluşturulan bir redif alayı gönderilir. Yemen’e gidilmesine gidilir ama hiçbiri de geri dönmez. İşte bu türkü gidip de gelemeyen o isimsiz kahramanlardan Muş’ta kalan sevgilisinin sesi, özlemi, elemi ve de acısıdır.
Havada bulut yok bu ne dumandır
Mehlede ölüm yok bu ne şivandır
Bu yemen elleri ne de yamandır
Ano Yemen’dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir
Burası muş’tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir(Nakarat)
Mongok’ un suları ovaya akar
Ağam asker olmuş yüreğim yakar
Gözlerim kan çanak ağama bakar
(Nakarat)
Gider isem ağam sana köleyim
Cemalin bir gülsün ben de geleyim
Yemen çöllerinde senle öleyim
(Nakarat)
Şafağın atmış da terkisin bağlar
Yavuklun oturmuş için kan ağlar
Hasretin dayanmaz bostanlar bağlar
(Nakarat)
Saçımın telini edem hedayet
Günahım yoğtur ki dilem nedamet
Muş’tan başka yoğ mu burda velayet
(Nakarat)
Kışlanın önünde çalınır sazlar
Gözlerim ağlıyor yüreğim sızlar
Yemen’e gidene ağlıyor kızlar
(Nakarat)
Tez gel ağam tez gel eglenmiyesin
İngiliz hayındır güvenmiyesin
Arap dilber çoktur evlenmiyesin
(Nakarat)
Karasu uzanır sıra söğütler
Yüzbaşım oturmuş asker öğütler
Yemen’e gidiyor baba yiğitler
(Nakarat)
Kışlanın önünde redif sesi var
Açın cantasına bakın nesi var
Bir çift potin ile bir de fesi var
(Nakarat)
Tüfekler çatıldı kaşlar çatıldı
Ağam mavzer-ilen öge atıldı
Alkanlar içinde kuma yatıldı
(Nakarat)
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
Uygu geflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne inanamirem
(Nakarat)
            Yemen türküsünün bilinmeyen bölümleri aslen Muş’lu olan Mülkiye Müfettişi Nuri YAMAN tarafından derlenmiştir.
            Muş türküsü’ nün sözlerini daha iyi analiz edebilmek için kısaca Muş’un kültür tarihini incelediğimizde; Muş’umuzun kültür tarihi Urartu’larla başlar. Anadolu’nun Türkleşmesi sürecini başlatan Malazgirt savaşından sonra Türk-İslam kültürü yayılmaya başlamış ve zaman içinde tek kültür durumuna gelmiştir. Milli kültürün ayrılmaz bir parçası olan muş folkloru, yöre insanının iç dünyasını, yaşantısını, geleneklerini geçmişten günümüze, günümüzden de geleceğe taşır.
            Muş ve çevresinin ezgilerinde Doğu Anadolu Bölgesi halk müziğinin özellikleri görülür. Söylenen türkülerde yöre insanının yaşam biçimi, acıları, sevgileri, tabiatla olan bağları, işgal yıllarının çilesi ve yurt sevgisi dile gelir.
            Muş ilinden Yemen’e çok sayıda genç “ölürsek şehit kalırsak, gazi oluruz” diyerek askere gitmiştir. Yemen’in öldürücü sıcağı ve düşmanı ezici çoğunluğu nedeni ile gidenlerin hemen hepsi geri dönmemiş şehit düşmüştür. Türkümüz geride kalan asker yakınları ve yavuklularınca söylenmiştir. Hüseyni makamında olup 5/8 lik bir türküdür. Türkümüzün sözlerine bakıldığında yöre insanımızın geleneklerini, yaşam biçimini ve acılarını yansıttığı görülmektedir.
            Yemen’e giden redif alayından hemen, hemen hiç kimse geri dönmemiştir. Bu kara haberin Muş’a ulaşmasıyla (halk arasında şivan denen) ağıtlar yakılarak feryatlar yükselir. Muş geleneklerinde komşularca cenazesi olan evlere başsağlığına gelenlere ve cenaze evinin halkına yemek gönderilir. O zamanlar teknik gelişmediğinden, yemekler fırınlarda değil kazanlarda, odundan ateş yakılarak pişirilirdi. Cenaze evi birden çok olduğundan, şehrin birçok yerinde cenaze evlerine yemek göndermek amacıyla büyük ocaklar kurulmuş, odunlar ocağa sürülmüştür. Bu ocaklardan çıkan yoğun duman gökyüzüne doğru yükselir. Nişanlısı redif alayı ile birlikte Yemen’e giden ve bu kara haberi henüz duymamış olan genç kız pırıl pırıl bir ağustos günü bu ağlamaları ve bu dumanı görünce;
Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne şivandır
Bu yemen elleri ne de yamandır
            Demiştir. Gerçekten de mehlede ölü yoktur cenazeler Yemen’dedir. Bulutsuz ağustos gününde ki duman ise cenaze evleri için yemek yapmak üzere yakılan ocakların dumanıdır.
Ano Yemen’dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir
Burası muş’tur, yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir
            Çemen; Yemen’de yetişen bir bitkidir. Askerlerimiz Yemen’e gitmiş ve bir daha geri dönmemiştir. Muş ili Türkiye’nin üçüncü büyük ovasına sahiptir. Birçok kişi Muş ovası ile türküdeki yokuş yol ikilemine düşmektedir. Oysaki Muş ili yerleşim itibariyle savunması daha kolay en eski yerleşim yeri olan bugünkü kale mahallesi ve minare mahallelerinin olduğu bölüme konuşlanmış ova ise tamamen tarıma bırakılmıştır. Bugün halen kale mahallesi eski yerleşim kalıntılarını taşımakta ve yüksek bir yerde ovaya hâkim bir alandadır. Eski muş’un yolu halen yokuştur. “giden gelmiyor acep ne iştir” sözü muş’a giden dönmüyor diye anlaşılmaktadır. Oysa türkünün sözleri dikkatli incelendiğinde muş’tan Yemen’e gidenler şehit olup dönmediklerinden “giden gelmiyor acep ne iştir “ sözü onlar için söylenmiştir.
            Eski yerleşim yeri itibariyle muş ilinde askeri kışla kale mahallesinin eteklerinde bugünkü il jandarma komutanlığı dinlenme tesislerinin bulunduğu yerdedir. Nişanlısının ölüm haberiyle yüreği yanan genç kız kale mahallesinden yokuşun altındaki kışlaya bakarak:
Kışlanın önünde redif sesi var
Açın çantasını bakın nesi var
Bir çift potin ile bir de fesi var
            Mülkiye Müfettişi Sayın Nuri YAMAN’ın araştırmaları ile derlemesi yapılan türkünün diğer mısralarında ismi geçen yerlere gelince
Mongok: yeni adı Soğucak’tır. Merkeze 2 km Mesafede soğuk suyu ile meşhur köyümüzdür.
Karasu:  68 km Uzunluğunda komşu Bitlis ili Güroymak ilçesinden doğan ve muş’a güneyden girerek bilahare kurt istasyonunda murat nehri ile birleşen bir nehirdir.
Kışlanın önünde çalınır sazlar
Gözlerim ağlıyor yüreğim sızlar
Yemen’e gidene ağlıyor kızlar
            Mısralarından da anlaşılacağı gibi bu türkü Muş’tan Yemen’e giden askerlerimiz için söylenmiştir.
TÜM ŞEHİTLERİMİZİN RUHU ŞAD, MEKANLARI CENNET OLSUN !
NOT: BU TÜRKÜ; ERZURUM YÖRESİNDE YEMENE GİDEN  ASKERLER İÇİN AĞIT OLARAK SÖYLENMEKTEDİR.
Mızıka çalındı düğün mü sandın
Al (beyaz) yeşil bayrağı gelin mi sandın
Yemene gideni gelir mi sandın
(Bağlantı)
Tez gel ağam tez gel dayanamirem
(Dön gel ağam dön gel dayanamiram)
Uyku gaflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne (ey ey ey) inanamirem
Koyun gelir kuzusunun adı yok
Sıralanmış küleklerin sütü yok
Ağamsız da bu yerlerin tadı yok
Bağlantı
Ağamı yollarlar (yolladım) Yemen eline
Çifte tabancayı (tabancalar) takmış beline
Ayrılmak olur mu yeni (taze) geline
Bağlantı
 

HUMA KUŞU TÜRKÜSÜ VE HİKAYESİ

  


HUMA KUŞU”
HİKAYESİ
 Bu türkünün hikayesi; Erzurum’un Ilıca
nahiyesine bağlı Tikkir (Çiğdemli) köyünde geçmektedir.  Mustafa ve Gülbahar’ın
dillere destan aşklarını bilmeyen yoktur. Sevda çeken bu gençlerin ailelerinin
rızası ile evlenmelerine izin verilir ve evlenirler. Fakat beraberlikleri ne
kadar sürmüş bilinmez.
Seferberlik ilan edilmiş ülkedeki tüm gençler; okuyan,
okumayan tümü askere çağrılmıştır.  Vatan borcu namus borcudur. Bu kutsal
görevden geri kalmak olur mu?  Mustafa sevdasını evde koyarak ayrılır. Bu
ayrılık o günlerde ölüme gitmek gibi bir şey… Belkide bir daha Gülbahar’ını
göremeyecek, gülüm diye; doya doya koklayamayacaktır. 
Gülbahar’ın ise
iki gözü iki çeşmedir; ama elden ne gelir ki?  Nice kahraman, fedakar Türk
Kızları gibi o da Mustafa’ sını uğurlamıştır askere,  gidiş o
gidiştir… 
 Aradan yıllar geçer fakat hiçbir haber gelmez. Öldü mü,
kaldı mı? Kimse bir şey bilmez.
Ev halkı artık Mustafa’ dan umutlarını kesmiştir… Gülbahar her
sabah kalktığında bahçeye çıkar yavuklusunun yoluna uzun uzun bakarak geleceği
günü bekler. Bekler ama; ne gelen var nede haber… Gülbahar her geçen gün
erimiş, erimiş hatta  ağlaya ağlaya göz pınarları da kurumuştur. Gelinlerinin bu
durumu kaynanasını ve kayınbabasını çok üzmektedir. Kayınbabası Gülbahar’ ın her
sabah
 yavuklusunun yolunu gözlemesine, uçan kuşlardan haber
istemesine o kadar üzülür ki; dayanamaz ve bu ağıtı yakar.
 Huma kuşu yuvasından havalanan ve çok yükseklerde günlerce
uçan bir kuştur. Mustafa’yı da Huma kuşuna benzetir ve huma kuşunun haberci bir
kuş olmasına atıf ederek başlar söylemeye.
Huma Kuşu
yükseklerden seslenir
Yar koynunda bir çift suna beslenir
Sen ağlama
kirpiklerin ıslanır
Ben ağlim ki belki gönül uslanır.
Not: "Yar Koynunda birçift suna
beslenir." ifadesi; gelinin iki çocuğuna yanı torunlarına atıftır.  
Gülbahar da kayınbabasının bu
dörtlüğüne nazire olarak aşağıdaki dizelerle karşılık verir.
Sen bağ ol
ki ben bahçende gül olim
Layık mıdır yanim yanim kül olim
Sen ağam ol ben
kapında kul olim
Koy desinler buda bunun kuludur

KIRMIZI GÜL DEMET DEMET

  

Kırmızı gül demet demet 
Sevda değil bir
alamet
Balam nenni yavrum nenni
Gitti gelmez o muhannet
Şol revanda
balam kaldı
Yavrum kaldı balam nenni


Kırmızı gül her dem olmaz
Yaralara merhem olmaz
Balam nenni
yavrum nenni
Ol tabipten merhem gelmez
Şol revanda balam kaldı
Yavrum
kaldı balam nenni
Türkünün Hikayesi Hakkında Çeşitli Rivayetler
Vardır …
 
1. HİKAYE
Ali diye bir oğlan varmış zamanında.Savaş patlak vermeden
evvel gönül vermiş bir güzele, evlenmiş ve evliliğinin daha kırkı çıkmadan
askere çağrılıvermiş… Ali sevdiğini anası ile bir başına bırakıvermiş ve
askere gitmiş. Ali askere gittikten epey bir süre geçtikten sonra savaşın
bittiği haberi gelmiş köye…  Ali’nin anası ile sevdiği mutluluk sarhoşu
olmuşlar. Ali’nin içinde bulunduğu grubun şehre dönüş tarihi belli olmuş bunun
üzerine anası ve karısı başlamışlar hazırlığa.Ve o gün geldiğinde anası demiş
ki
“Kızım ben gidip tren istasyonunda bekleyeyim oğlumu, sende
hazırlıkları tamamla evde” deyip tren istasyonun yolunu sabahın köründe tutmuş.
Anası başlamış beklemeye.  Trenlerin biri gelir biri gider. Fakat oğlu Ali
yolcular arasında görünmez.  Anası hava kararıncaya kadar istasyonda beklemiş
fakat nafile… Umudunu kesen ana evin yolunu tutmuş.Eve geldiğinde
gelinin odasında sesler geldiğini duyup kapıya yanaştığında içerde bir erkek
olduğunu anlar. Bizim Anadolu’nun anası namusunu kirli bırakır mı? İçerden
tüfeği kaptığı gibi odaya dalıverir ve yorgana doğru boşaltır mermileri…
Ortalık kan gölüne dönmüştür. O arada yorgan sıyrılıverir yatağın üstünden.
Birde ne görsün; iki yıldır askerde olan oğulcuğu ile ona gözü gibi bakan
gelini; al kanlar içinde yatağa yığılıp
kalmışlar.

 Meğer anası istasyonda beklerken görememiştir oğlunu. Ali
de bir an önce anasına ve hanımına kavuşmak için koştura koştura eve gitmiş ve
sevdiceğini yalnız bulunca dayanamamıştır. Fakat bu buluşma onların son
buluşması olmuştur.
 
Ana hem oğlunu hem gelinini kendi elleri ile öldürmüştür.
Bu acıya hangi ana yüreği dayanır..
Bundan sonra ana az olan aklını da yitirip yollara düşer
ağzında bir türkü;
Kırmızı Gül Demet
Demet…

2. HİKAYE


Mehmet annesinin tek oğludur. O, daha çocuk iken babası rahmetli
olmuştur. Annesi oğluna hem babalık, hem de annelik yapmıştır.  Annesi Mehmet’ e
okadar düşkündür ki bakmaya kıyamaz adeta… Mehmet’ ini gökte uçan kuşlardan
bile kıskanırmış. Mehmet Babasına çok benzediği için annesinin gözünde bambaşka
bir yeri varmış. kocasının hasretliğini de Mehmet’ e bakarak giderirmiş. 
    Mehmet hep çocuk kalacak deyil ya… aradan yıllar geçmiş. mehmet
karayağız bir delikanlı olmuş. Artık bıyıkları terlemeye başlamış. Hatta
sokaktan geçerken mahallenin bütün kızları ona bakarmış. 
    Mehmet artık tarlada, bahçede çalışır, evin geçimini sağlar olmuş. Her
akşam eve dönerken kırmızı çiçekler toplar ve annesine hediye olarak verirmiş.
Anneside çiçekleri evin en güzel köşesinde onları saklar ve kuruturmuş. Oğlunun
getirdiği çiçekleri atmaya kıyamazmış.
    O yıllarda kervancılık bir hayli yaygınmış. Erzurum yöresinde
yetiştirdikleri ürünleri, bugünkü Ermenistan’ın başkenti, o dönemler önemli
ticaret merkezi olan Revan’a (Erivan) kervan ile götürüp satarlarmış. Mehmet
kervana katılıp ticaret yapmayı çok istiyormuş. Fakat annesi buna razı olmuyor;
oğlunun yanından ayrılmasını istemiyormuş. Mehmet çok ısrar edince annesi
istemeyerek te olsa oğluna izin vermiş.
     Kervan bütün hazırlıklarını tamamlamış ve ayrılık zamanı gelmiştir.
Sevenler birbiri ile kucaklaşıyor ve helallık alıyorlar. Yolculuk hali.. işin
içinde gidip dönmemek var. Mehmet’ te annesinin elini öper,  helallık alarak
ayrılır. Annesi Mehmet’ e dilinin döndüğü ve bildiği duaları göz yaşları ile
yıkayarak sıralar… Mehmet ise her ne kadar belli etmese de dayanamaz, iki de
bir geri dönüp dönüp bakarmış. Bu durum gözden kayboluncaya kadar devam
etmiş. Annesi; Mehmet’ in gitirdiği kırmızı çiçekleri dunmadan koklar, “Bu
çiçeklere Mehmet’ imin eli deymiş.” Der; okşarmış.
    Aradan günler geçmiş ve kervan Revan’a (Erivan’a) ulaşmış. Ulaşmış
ulaşmasına ama; talihleri hiç te yaver gitmemiş. Çün ki Revanda Veba Salgını
varmış. Kervandaki bir çok kişi de Mehmet’ le beraber bu veba salgınına
yakalanmış. Her ne çare yapmışlarsa da nafile… Hastalığa yakalananların hiç
biri kurtulmamış.  Münasip buldukları yerlere cenazeleri defn etmişler. 
   Ölenler bir bakıma şanslı imiş. Çünki Ölenlerin yakınlarına bu acı
haberi nasıl verecekleri onları perişan etmiş. Hele Mehmet’ in annesine durumu
nasıl anlatacaklardı? 
   Kervan yamaçlardan tozu dumana katarak görülmeye başlamış. Her keste bir
heyecan, bir merak ki tarif edilir deyil…  Analar, babalar, yavuklular kervana
doğru koşuşurlar. Mehmet’ in annesi de  kervanı karşılayanlar arasında…  Her
kes kavuşma anını sabırsızlıkla bekliyor. Nihayet beklenen an gelmiştir… Anne
kervanı gözü ile süzer fakat Mehmet’ i içlerinde göremez. Deli tavuk gibi; önüne
gelenin yakasına yapışır: “Mehmet’ im nerede? Mehmet’ ime ne yaptınız?” Diye
sorar.  Kervancı başı adeta ecel teri döker… Durumu ağzında eveler, geveler
söylemeye çalışır. Fakat nafile… Mehmet’ in annesini ikna etmek ne mümkün?
Anne; “Yavrummmm.” diye bağırdıkça dağlardan gelen yankı sesleri ile “yavrummm,
yavrumm, yavrumm …. ‘ kelimeleri arka arkaya sıralanır. Bu feryadı duyanların
adeta ciğerleri parçalanır.  
   Mehmet’in anası o günden sonra deli olup dağlara düşer. Elinde bir demet
kırmızı gül, dilinde

 
“Kırmızı gül demet demet.
Sevda değil bir alamet.
Şol Revan’da balam kaldı.
Yavrum kaldı..  Diyerek ağıtlar yakıp, dağlarda gezer
olmuş.
 
AÇIKLAMA: Türküde geçen ifadelere bakılırsa ikinci
hikayenin daha mantıklı olduğu anlaşılır.

ELEDİM ELEDİM HÖLLÜK ELEDİM

  


Bu türkü Erzurum yöresine aittir. Türkünün
hikayesi hakkında pek fazla bilgi yoktur. Fakat türkünün sözlerine bakılırsa iki
hikayesi anlatılmaktadır.
BİRİNCİ HİKAYE
Anne; bin bir güçlükle büyütüp, beslediği bir
tanesini askere gönderir. Fakat oğlu askerde şehit olur. Bu acıya, bu sonsuz
ayrılığa annenin yüreği dayanamaz ve başlar ağıt yakmaya… İşte bu türkü;
annenin  içten gelen duygularının mısralara dökülmesi ile dilden dile söylenir
olmuş…
 İKİNCİ HİKAYE
Genç evli bir çiftin çocukları olmaz. Onlar da çocuk
özlemini tatmak için yetim, kimsesiz bir çocuğu evlat edinirler. Çocuğa kendi öz
evlatları gibi sahip çıkarlar. Yetimliğini, kimsesizliğini hissettirmezler.
Türküde geçtiği gibi aynalı beşik alırlar. O zamlar aynalı beşik çok
kıymetliymiş. Herkeste kolay kolay bulunmazmış. Çocuğu aynalı beşikte
belemişler. Çeşitli ninnilerle uyutmuşlar… Sağlıklı olsun diye sürekli höllüğe
yatırmışlar, höllük ile sarmış, sarmalamış kundaklamışlar.
Aradan günler aylar geçmiş. Derken; kadının kocası
genç yaşta ölmüş ve kadın dul kalmış. Kadın evlatlığı ile yapayalnız kalmış. Bu
arada çocukta artık büyümekte ve büyüdükçe de bir güzel olmuş ki görülmeye
değer…
Rivayete göre kadınla çocuk arasında fazla bir yaş
farkı yokmuş. Kadın bir taraftan evladı gibi sevse de bir taraftan da
delikanlıya içten içe aşık olmaya başlamış. Bu aşkını ne evlatlığına belli
etmiş, nede komşulara anlatabilmiş…
  İçini yakan aşk ateşiyle yanıp
yanıp kavrulmuş. Tıpkı Züleyha’ nın Hz. Yusuf’ a tutulduğu gibi… Komşular
kadının bu halinden şüphelenmeye ve onu kınamaya başlamışlar. Fakat aşk ferman
dinlemez ki. Kadının durumunu ancak kara sevdaya yakalananlar bilir… aşkın,
sevdanın ıstırabını çekenler bilir… Kadın; onu kınayanlara  türkünün içinde
geçen dizelerle cevap vermiş.
Bir güzel simâdır aklımı alan,
Aşkın sevdasını
canan sineme saran.
Bizi kınamasın ehl-i din
olan.

Gün gelir delikanlı askere gider. Büyük bir ihtimalle
Kore Savaşına katılır. Fakat savaşta şehit oldu haberi memlekete ulaşır. Haberi
alan kadın adeta beyninden vurulmuşa döner. Nasıl dönmesin ki; aynalı beşikte
büyüttüğü, höllüklerle sarıp sarmaladığı, dahası kalbine aşkın ateşini sardığı
delikanlısı artık yok… Kadın bu acısını türküye dökmüş. Bakın neler söylemiş…

Eledim eledim höllük
eledim,
Aynalı beşikte canan bebek beledim.
Büyüttüm besledim asker
eyledim,
Gitti de gelmedi canan buna ne çare,
Yandı ciğerim de canan buna
ne çare.
Bir güzel simâdır aklımı
alan,
Aşkın sevdasını canan sineme saran.
Bizi kınamasın ehl-i din
olan.
Gitti de gelmedi canan buna ne çare,
Yandı ciğerim de canan buna ne
çare.

Başka kaynaklarda aşağıdaki
dörtlük de bu türküye ait olduğu anlatılır. Fakat genelde üsteki iki dörtlük ile
dillerde söylenir olmuş.
Kore dağlarında ot kucak kucak,
Ne bilsin analar
böyle olacak.
Rahmet yerine kurşun yağacak,
Gitti de gelmedi canan buna ne
çare.

YORUM: Türkünün dizelerinde geçen ifadelere bakıldığında,
ikinci hikayenin türküye daha uygun olduğu görülür. Ayrıca delikanlının askerde
şehit olmasını ilahi bir tecelli olarak görmemiz gerekir. Yüce Rabbımız kadını
büyük bir günahtan kurtarmıştır. Annelik duygularının aşk duygularıyla
kirlenmesine müsaade edilmemiştir.


HÖLLÜKÇocuğun
uyku zamanı gelince, höllük uzun saplı ve saçtan yapılmış bir tavaya (höllük
tavası) konur. İyice kızdırılır. İndirilip bir bebeğin dayanabileceği hale
getirilir. Kundak bezi yere serilir. Onun üzerine kalınca bir bez (höllük bezi)
yayılır. Höllük bu ikinci bezin üzerine aktarılıp elle düzlenir. Bebek ayakları,
kalçası ve beli höllüğün üzerine gelecek şekilde yatırılır. Ayaklarının arasına
katlanmış bir bez daha konur. Onun görevi bebek kundak içindeyken ayaklarını
oynattıkça topuklarının birbirine sürtünüp yara yapmasını önlemektir. Sırasıyla
höllük, kundak ve kol bezleri sarılıp bağlanır.
Özellikle kışın odanın ısısı ne kadar düşük olursa olsun bu
şekilde kundaklanan bebek asla üşümez. Höllüğün kolay kolay düşmeyen ısısı onu
uzun zaman sıcak tutar. Altını kirletse bile fazla bir rahatsızlık
duymayacaktır. İdrar höllükten süzülüp alta geçer. Pişik te olmaz. Çünkü höllük
pişikleri de tedavi eder. Çocuğun altını her ıslatışında kundağını açıp bez
değiştirmek gerekme­diği için, üşümesi veya uykusu bölünüp huysuzlaşması da söz
konusu değildir. Bu durumda annesi de rahat eder. kakasını yapınca sürekli
ağlamak suretiyle bunu bazen belli eder. O zaman kundak açılır, höllüğü
değiştirilir. Bazı aileler höllüğün tamamını değiştirmeyip, yalnız kirlenen
kısmını alıp gerisini tekrar kullanır.
Bu toprak yalnız bebeklerin değil,
büyüklerin de işine yarar, bazı tedavilerde ondan yarar­lanıldığı
işitilmektedir.
Şöyle ki:
Taneler iyice dövülüp toz haline getirilir.
Pişiklerde apış aralarına sürülürse pudranın görevini yapar.
Derin bir kabın
içine doldurulan höllük, iyice kızdırılıp ateşten indirilir indirilmez üzerine
soğuk su dökülür. Hemen buharlaşma olur. Soğuk algınlığından şikayeti olanlar
ayaklarını bu buharın üzerine tutarsa çabucak terleyip hastalıktan kurtulurlar.
Yapılan bu işleme höllük buğusu denir. İlkel olmakla beraber köylerde sık sık
başvurulan bir yöntemdir.
Höllük kışları uzun ve sert geçen Orta ve Doğu
Anadolu insanının çaresizlik karşısında yavrusunu koruması ve bazen de kendi
tedavisi için başvurduğu türküsünü söyleyecek kadar yaşamında yer verdiği bir
gerçektir.

GÖÇ GÖÇ OLDU GÖÇLER YOLA DİZİLD

  
Yıl
1914. Birinci Dünya Savaşı başlamış, memleketin bir çok yeri  işgal
edilmiştir. Doğu cephesindeki ordumuz amansız kış şartlarına dayanamaz altmış
bin, bazı kaynaklara göre doksan bin askerimiz soğuktan donarak şehit olmuştur.
Böylece Rus Ordusunun önü açılmış, Doğu Anadolu’nun bir çok şehri
işgal edilmiştir. Rus Ordusu olanca hızı ile Erzurum’a doğru
ilerlemektedir.
Halkta bir heyecan, bir panik havası var ki tarif edilir
değil…  Erzurum’un;  mert, dürüst,  Dadaş
Ruhlu insanı malı mülkü bir tarafa bırakarak; canlarını ve namuslarını kurtarma
derdine düşmüştür. .  Bir tarafta yakıp yıkan, ölüm saçan Rus
Ordusu;  diğer taraftan acımasız kış şartları… Erzurumlular iki
düşman arasında tercih yapmak zorundadır. Ve tercihini yapar…  Rus
ordusuna yem olmaktansa; ağır kış şartlarına karşı mücadele etmeyi sürdürürler.
Bütün halk yanlarına alabildiği ve kendilerine yolda
lazım olacak eşyaları alelacele kaptığı gibi yollara düşerler. Yollara düşmesine
düşerler fakat; kolay değildir bu göç… Kimi daha yeni evlenmiştir. Kimi kadınlar
daha yeni doğum yapmıştır. Çoğunun binebilecek ne biniti ve ne de arabası
vardır. Bir taraftan bu imkansızlıklar, diğer taraftan acımasız kış şartları…
Bir can pazarı yaşanır Erzurum insanında… Yiyecek sıkıntısı, giyecek sıkıntısı
halkı perişan etmektedir. Bu sıkıntılar öğle ayyuka çıkmış ki; yeni doğan
çocuklarını dahi yolda ölüme terk edenlerin, açlıktan takatsiz düşüp can
verenlerin haddi hesabı yoktur.
 Canlarını, can parçalarını,
ihtiyarlarını geçtiği dağlara ve vadilere adeta ekerek giderler. Mezarlarının
başlarına bir çalı bir taş bile dikemeden göç yolunda ölenlerini toprağa,
acılarını da yüreklerime gömerek sürdürürler bu göç
yolculuğunu.
Bu türkü; işte bu zor şartlar içerisinde söylenmiştir.
Duyguların mısralara döküldüğü bir türküdür; “Göç  göç oldu göçler
yola dizildi” türküsü… Daha üç gün olmuş evleneli. Çaresiz onlarda yollara
düşmüşler. Eli kınalı, anlı duvaklı gelin; bu zor şartlara dayanamaz. Açlıktan
mı, soğuktan mı bilinmez? Birden uyku gelir ela gözlere…  Damat
dayanamaz ve içinden gelen duyguları dağlara duyururcasına söylemiş. Bakalım
neler söylemiş..?

Göç Göç
Oldu
 
Göç göç oldu, göçler yola dizildi
Uyku geldi, ela gözler
süzüldü         ( oy oy süzüldü)
Şimdi bildim, elim yardan üzüldü     ( oy oy
üzüldü)
Ağam nerden aşar, yolu yaylanın?    ( oy oy yaylanın ağam
yaylanın)
Doldur doldur nargilemi
tazele
Sarardı gül benzim döndü gazele     (oy
oy gazele)
Tut elimden indir beni mezara
(oy oy mezara)
At üstüme avuç avuç

toprağı          (oy oy toprağı anam toprağı)

KAYNAK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder